26 Kasım, 2015

Hangi Suyu İçmeli



Merhaba yurdumun güzel insanları.. İnsan hiçbir şey yazmak yapmak istemiyor kötü haberler duydukça. Her gün de en az bir tane geliyor senin de kulağına biliyorum. Dünya böyle bir yer artık. Son günlerde iyice felsefik düşünür oldum. İnsanlara yasak koymak çözüm değil, bunu artık birilerinin anlaması lazım. İnsanların kendilerini iyi eğitmiş annelerin çocuklarına ihtiyaçları var. Eşimle konuştuğumuzda 3 çocuk diyor, ben anne baba ahlaklı, dinini yaşamaya çalışan insanlar, neden imkanımız da varken daha fazla olmasın diyorum. Hazır zaten okulsuzluk düşünürken çok çocukla bir zamanların popüler dizisi “Kalabalık ve Mutlu” olarak yaşar gideriz.


E efendim başlık başka içerik başka diyorsun, azıcık lafı uzattım affola. Hamilelik deyince aklıma geldi, ikinci hamileliğimde 9 ay boyu su içemedim, tüm sular koktu burnuma. Bir iki marka takıldım kendimce. O zaman böyle bir araştırma yapmış olsaydım şimdi bu kadar üzülmezdim.
İçme sularımızda florür, klor ve bilumum zararlı maddeler varmış efendim. Florürün etkisinden cok etkilendim. Çünkü direkt epifiz bezi bunu çekiyormuş ve kendisinde bu durum  kireçlenmeye neden oluyormuş. Epifiz bezi, hani şu üçüncü göz denilen, resmedilen muhteşem 3 hormon salgılayan muhteşem küçücük varlık.


Nazi kamplarında yahut birçok yerde insanların itaat etmesi ve yüce güçlerle bağının kesilmesi için sulara florür(fluoride) karıştırılıyormuş. Ne güzel değil mi, bizim ülkemizde de dişçiler inatla florürlü macun tavsiye ediyor. Sadece o değil borulardan gelirken karışan pislikler, lağım suları, katı metal atıklar.. Bunlar hep biz insan ırkının kenidinin yaptığı ve kendinin bulduğu şeyler. Su hakkında öyle şeyler okudum ki çok uzun süre su içemedim. Durumun bu kadar vahim olduğunu tasvir edip çözüm odaklı yaklaşalım.

1. En iyi yöntem; kaynak suyu kullanmanız. Hayır, size damacanayla gelen değil. Kendiniz gidip bir kaynak bulmalı ve oradan taşımalısınız. Tazeliğinden emin olursunuz ve güneş ışığında beklemediğinden. Çünkü su da bayatlar. Cam şişede birkaç saat ömrü olduğu söyleniyor. Toprak testide daha uzun ömürlü oluyor çünkü toprağın mineralleriyle alışveriş yapmaya devam ediyor. Nasıl bulurum koca şehirde belediyenin el atmadığı su demeyin. Osmanlı’dan kalan çeşmeler varsa onları sorabilirsiniz. Bazıları halen kaynak suyuyla devam ediyor. Yahut da benim gibi kentin su müdürlüğünü ararsınız: “Sizin su vermediğiniz çeşme var mı?” diye sorarsınız :) Yaptım, evime de nispeten yakın bir tarif aldım. Onun dışında kendi köyümde babamın sondajının suyunu, eşimin köyünde ise köy çeşmesinin doğal kaynak suyunu kullanmaya gayret ediyorum. Üstün bir lezzet beklemeyin sulardan benimkilerde yok en azından. Ama sağlıklı olduğunu bilince ondan başkasını istemiyor canınız. Yeni doğan yahut hücreleri bile yeni atılan bir evladınız varsa epifiz bezinin 1-2 yaş arasında olgunluğa erdiğini, günümüzün erken ergenliğinin sebeplerinden birinin de epifiz bezi kireçlenmesi olduğu düşünüldüğünü aktaralım.
2. Ev içi yapılacak yöntem. Tipik steril su hazırlanır. 5 dk kadar kaynatılır, altı kapanır. Mümkünse cam/emaye kapaklı bir kapta buzluğa atılır. Cam ise kabınız 1/3 ünü doldursanız daha iyi edersiniz. Yarısında bile patladığı oluyor. Yahut sürekli donup donmadığına bakmalısınız. Bu yüzden emaye saklama kapları kullanır oldum. İçine su doğruuu dolaba… Çıkınca eridikten sonra 24 saat içinde tüketmelisiniz. Yalnız çözünürken dikkat edin, kabın dibinde kalan tortu varsa-ki onlar olmazsa olmazlar bizde- onlar içine tekrar karışmasın. İlk müsait olduğu anda yeni bir kaba aktarın orada çözünsün. Su kristalleri yani buz kristalleri aralarına yabancı maddeleri kabul etmezler. Dolayısıyla kar tanesi berrraklığında bir su elde etmiş olursunuz.
3. Başka bir yöntem; dışarıdaki halis muhlis steril suları kullanmak; yağmur ve kar. Burada dikkat edilmesi gereken şey, 15 dk sonra suyu toplamaya başlamak. Çünkü bu iki güzel mucizenin ilk anları havayı mikroplardan, kirlerden arındırmakla geçiyor ve biriktirdiğiniz su siz görmeseniz de bunları içerebilir.
4. Bu yöntem sadece inançlı olanlar için geçerlidir. İnternette her ne kadar şu meşhur su deneyinin yalan olduğuna dair yazılar okudumsa da ben Kur’an’ın şifalı özelliğine inanıyorum. Kaynattığınız suyu mümkünse yahut aciliyeti varsa(önermiyoruz) normal suyu bir bardağa alın. Bir bardak daha olsun yanınızda. İki bardak arasında besmele yahut ayetler eşliğinde sırayla aktarın; 3-5-7 kez. Ne kadar dilerseniz. Sonra bu hareketlendirilmiş suyu için, bekletmeden için. Başka bir şekli ise suyu şişeye koyup 1-2 dakika boyu onu çalkalamak. Bu sayede suya hareket kazandırmış, ağırlığını atıp hafif içilesi hale getirmiş oluyorsunuz.
5. En zorda kaldığımda uyguladığım yöntemdir kendileri. Suyu bir şişeye doldurup içine bir kapak dahi olsa zemzem koymak. Zemzemin mucizevi etkisi malum. Suyu kendine benzetiyor molekül yapısı olarak. Gerçek zemzem olan sular yıllarca dursa bile yosun tutmaz. Zemzemin şifalı özelliğini değerlendiriyoruz böylece. Tüm su zemzem oluyor. Sirke ile de yapılabilir belki o da suyun molekül yapısını değiştiriyor. Tavsiyem zemzem.. Çaklkalayıp içmekte ve besmele çekmekte yarar var.

Su; bedenimizin, dünyamızın en önemli parçası. Tüm hücrelerde su bulunur, dünyadaki su oranına eş şekilde. İkisini de muhafaza etmek görevimiz. Kaliteli su içen kaliteli yaşam sürer. Çünkü o su içeride işleniyor, tükürük, idrar, kan, süt haline geliyor her birimizin bedeninde ayrı ayrı. Kendimizi, sevdiklerimizi seviyorsak eğer ilk önce sağlıklı yaşama buradan başlamalıyız. En önemli en elzem şey bir insana sudur. Susuz yaşanmaz ama aç yaşanabilir 40 gün boyunca.
Ben ettim siz etmeyin, bilinçli olun, sağlığımızı basit hatalarla kaybetmeyelim. Arıtıcılara gelince filtrelemeyle zararlıların yanısıra bazı minerallerin de filtrede kaldığı söyleniyor. Kimisi de sudaki minerallerin zaten insan vücuduna faydası olmadığını iddia ediyor.Bu konuyu iyice irdelemek, uygun marka bulmak gerek. Kullanmadığım, araştırmadığım şey hakkında yorum yapamam. O yüzden en kolayı ya evde yapmak yahut kaynaktan getirmek.
Bu konu hakkında ufkumu genişleten Aidin Salih, Kemal Özer ve Azra Kohen’e teşekkürü bir borç bilirim. Resimler görsellerden alıntıdır.

Festivale Veda ve Son Sözler

Görmemişin festivali olmuş tutmuş ne gördüyse post yapmış :).. Durum öyle değil.. Daha önce festivallere katıldım bulunduğum illerde lakin bu dopdolu birşeydi. Normalde filmi zevk yahut kültür amaçlı izlersiniz ama ortalama 120 dk girdi çıktı derken 3 saat sadece bir film için harcanır. Bazen karşılığı alınır bazen alınmaz. Yapılan yol, bilet, yiyecek harcamaları da hariç daha. Bu festival bambaşkaydı. Ücretsizdi. Bundan mıdır bilmem sıralar çoğunlukla boştu. Farkındalık da önemli tabii. Aslında bazen insanlardan cüzi de olsa birşeyler almak gerektiğine inanıyorum. Yoksa kadir kıymet bilmiyor çoğusu. Festivali bugün bitirdik. Hepi topu 4 oturuma katılabildim. Bazılarında yarıda girdim bazısında yarıda çıktım evde bekleyen iki çocuk olunca. Birine hele ikisiyle gittim Mekan vs için birşey demeyeceğim ama çok büyük ayıp etmiş Ortahisar Belediyesi. Tamam belki çok lüks bir festival değil. Madem destek verdiniz, salon ayarladınız, temsili olarak birkaç kişi gelseydi bari sizden. Yahut belediye sayfasında bir tanıtım olaydı, panolara, kamu binasına afiş asmaktan bahsetmiyorum bile. Gariplerin festivali oldu bir nevi. Adana’da ise belediye yahut düzenleme ekibi festival süresince çocuklara atölyeler düzenlemiş. Hiç değilse bir oyun odası sağlamış ilgilenen birileri de olan. Burada da olsaydı keşke. Gerçi benden başka bir kişi daha çocuklarla gelmişti. Yine de mesele düşünce farkı, bilmem anlatabildim mi?


Konuşmacıların ismi verilmiş ama kim olduklarını bilmiyorum ki dinleyeyim. En arka sayfada her birine bir kaç sıfat sıkıştırsalar ne güzel olurdu. İlle özgeçmişe gerek yok. İlgi/uzmanlık alanı, konuşacağı tema/konu yeterli olurdu. Özgeçmişlerine tek tek baktım. Yazılarını okudum ama konuları ilgimi çeker mi bilemediğimden evdeki durumun ne olacağını öngöremediğimden birtek Pandomim sanatçısıyla söyleşiye katıldım.
Ata bey daha önce Trabzon’da tiyatroya misafir sanatçı olarak katılmış. Beden ve ruh ile ilgili konuştu biraz birlikte etkinlik yaptık, soruları aldı. Güzeldi. Biraz daha makyajlı pandomim gösterisi bekliyordum o hevesle gitmiştim, ama konuşması, bilgilendirmesi de ayrı güzel oldu.
Seneye neler yapmayı düşünüyorum festivale dair. Hemen Sn. Fatma Şahin’e mail atacağım. Seneye Gaziantep’te de yer almasını istiyorum bu festivalin. 20 tane ilden bir tane Diyarbakır var doğu ve güneydoğuyu temsilen.Yakışır mı? Çevirmenlik vs için faydam olursa diye haber vereceğim, izlediğim filmleri sevdiklerimi tavsiye edeceğim. Elimden gelen bu kadar. Şimdi gelelim kapanış filmime..

 PUN PUN FARM(ÇİFTLİĞİ)
İzlediğim en neşeli ve canlı filmdi. Müziklerine bayıldım. Çok doğal çekilmiş. “Baştan alayım mı?” diye başlıyor film gerisini siz hayal edin Pi Jo var başkahraman, çiftlik kurucusu. Çiftliğin boyutları nedir tam anlayamadım ama içinde çalışan bir genç, aşçı, permakültür tasarımcısı ve yemek yiyen birçok insan vardı. Pi Jo ailesiyle yaşadığından ve çocukları olduğundan bahsediyordu. Çok tatlı şeker bir bilge adam. Hayatta en önemli şeyin “eğlence” olduğunu savunuyor. Dini düşüncelerime göre haz odaklı bir yaşam doğru değil. Lakin bu adamın bahsettiği öyle cismani, bedensel haz değil ki hak vermeyeyim? Adam ruhani hazzın peşinde. Bir ürün yetiştirmenin, mutlu çocuklar büyütmenin, dünyayla barış içinde olmanın ve sürekli öğrenmenin hazzını yaşıyor. Sistemi reddediyor. Para, iş, okul bunlar hep sistem tuzakları diyor ve çocuklarına ev okulu yapıyor. Bayıldım bu adama.. Sistem daha fazla para kazanmanız ve onu size harcatmak üzerine kurulu benzeri düşünceleri var. Geçenlerde rastgeldiğim Meksikalı Balıkçı ve Amerikalı hikayesi düşüyor yine aklıma.. İyi ki dünyada böylesi insanlar var diyorsunuz izlerken..

Pop lakaplı bir delikanlı filmin başrolünü ele almış. Tipik davranışları, benzetmeleri, çarpıcı konuşma şekli dili bilmeseniz de sizi etkileyecek düzeyde. O kadar paylaşımcı ve cömert ki.. Mesela şu mantıkla bakıyor olaya ve şöyle diyor:“Ben bir müzik grubunu seviyorsam onu senin de, onun da herkesin de dinlemesini isterim. İşte tohum da böyle. Ben yiyorsam ve çok lezzetliyse –burada öyle tarif ediyor ki neredeyse ağzınızın suyu akıyor, anlatmıyor yaşıyor anları- bunu sizinle de paylaşmak isterim. Arkadaşlık, iletişim sadece sözle olmaz, eylemle de olur.”
Bir de şunu diyor “İnsanlar eğer kendi gıdalarını yetiştirmek istiyorlarsa bu onlar çılgın yahut aptal demek değildir; normal olan onlar”.. Çok etkilendim ben bu sözden. Normal olmaya çalışmak ütopya olarak görülüyor artık. Kendi ekip biçtiğimi yemek yahut güvendiğim insanlarla takas etmek/paylaşmak istiyorum. Bu içimde günden güne büyüyen bir özlem. Ve biliyorum ki ben koşulları yaratacak olan değilim, ama O(celle celaluhu)’nun yaratması için elimden geleni yapacağım. İyi bir tohumu kuşlar bile bilir deniyor. Kuş beyinli deriz ya hakaret olarak, şimdi onlar bizden zeki olmadı mı?


Dayanıklı tohum laboratuvarda üretilmez. Siz tohumu torunlarınıza ve sonraki nesillere bırakmak için yerin altında uygun koşullarda bile saklasanız, gün gelip onlar bulsa nasıl yetiştireceklerini bilmezler ki.. Sonuçta hepsi çöp olur. Tohumu güçlendirmenin ve onu torunlarınıza bırakmanın tek yolu insandan geçer, daha fazla insana bunu anlatmak.
Filmde acı bir gerçeği öğrendim. Önceden 100.000 çeşit pirinç ekilen ülkede şimdi çeşit 5000 e düşmüş. Her çiftçi bahçesine birkaç farklı çeşit pirinç ekermiş. Çünkü o mevsimin yağışı bol mu kurak mı geçeceği önceden bilinemez. Çiftçi böyle yaparak her halukarda satacak ve yiyeceğini elde etmiş oluyor kısaca.


“Başladıktan sonra teknik ortaya çıkar” sözünü de çok sevdim. Hani bir nevi anlamak çözmenin; başlamak bitirmenin yarısıdır gibi. Önce bu işlere başlamak gerekiyor ve yine Pop’un dediği gibi tekrar tekrar ve tekrar aynı şeyleri yapmaktan zevk almak. Hayatta aslında birçok şeyi bu tekrarlarla öğreniyoruz. Küçük oğlum şu an atma döneminde. Ben buna yer çekimi keşfi diyorum. Ağır-hafif, çok yüksek-alçak, aynı-farklı demeden her şeyi atıyor bir yerlere. Çamaşır asarken balkondan aşağıya attığı mermer parçası pik noktamız oldu. İyi ki kimse zarar görmedi. Tüm sokak toplandı tabii. O gün öngörememiştim böyle olacağını yeri gelmişken günah çıkarayım. Herseyi bir daha yapıyor defalarca ve defalarca. Belki de hayatta başarının anahtarı buradadır. Ortaokulda çok da hazzetmediğim bir Arapça hocamız vardı. Sürekli bize ezber verir, dersi boş bırakırdı. Hocam yaptık bu sayfayı geçtik desek de: “Et tekraru ahsen velev kane 180” derdi. Yani 180 kere de olsa tekrar iyidir. Hani şu tek kollu judocu çocuğun hikayesini bilmeyen varsa o da buradan okusun.
Velhasıl Pun Pun bana göre festivalin açık ara birincisiydi. Bazı filmlere gitmekten hususi kaçındım. Hayatımızda birşeyler yolunda gitmiyor evet. Dünya, insanlar, ortam herşeyden belli oluyor bu. Mevcut durum analizi yapılıp iç karartmak yerine ben bu sorunu nasıl aştım tarzı yaklaşımları daha çok seviyorum. Pun Pun tam da böyle. Ferrrarisini satan bilge modunda bir Pi Jo ve bazı yerlerde engelli olduğunu düşündürecek kadar fazla doğal Pop. Kısa film kategorisinde Pun Pun, uzun metrajda da “Permakültür Perspektifiyle Yaşamak” benden ödül alan filmler vesselam..

22 Kasım, 2015

Festival Güncesi 2

Bugün hayatımın en güzel günlerinden birini geçirdim festival sayesinde. Ve bir senedir yaptığım çalışmalar meyvesini verdi. Eşim bana artık daha iyi bir insan olduğumu, bunu daha net fark ettiğini söyledi. Öyle iltifat olsun diye değil -laf aramızda öyle niyeti olmaz zaten:)- harbi harbi söyledi yani. Artık daha sakinledim, daha bilinçliyim. Daha az tüketici, daha çok türetici/üretici olmak için çabalıyorum. Kapitalist sistemin birçok şeyinden uzak kalmaya uğraşıyorum. Hayatta birçok şeyi özellikle çocukları, insanları, bireyleri yani olduğu gibi kabul etmeye çalışıyorum. Belki de bunlar beni güzel yapanlar..
Başka bir yavaşlama, hayat telaşını, tüketimimi azaltmama yöntemi de permakültür araştırmaları olmuştu benim için. Önce hangisi sonra hangisi bilemiyorum lakin Annemin Kitaplığı bana yardımcı oldu. Şule Seda Ay yani. İlknur Urkun sonra.. Onların yazılarından paylaştıklarından bu kavramı öğrendim. İletişime geçip okudukları kitapları vs öğrendim. almak birtakım nedenlerden kısmet olmadı henüz. İlk kitap siparişi için beklemedeler listede. Permakültür Türkiye adlı birçok gruba katıldım ama halen tam anlamamıştım ne olduğunu. Sonu kültür diye bir yaşam biçimi olarak düşünüyordum. Cahilmişim :)

Yukarıda gördüğünüz bu film sayesinde gerçeğe aydım ve neler neler öğrendim. Öncelikle sizinle paylaşmak isterim.


Bir kere tarım İngilizce’de “agriculture” olarak ifade ediliyor. Agrarian= toprak/toprağa ait demekmiş culture ise zenginleştirmek. Permanent=kalıcı ve agriculture’ın culture’ını alıp birleştirmişler. Kalıcı tarım anlamına geliyor bir nevi. Ama asıl dert sabitlik anlamında değil süreklilik, sürdürülebilirlik anlamında kalıcılık.. Çünkü günümüzde kimyasallar, gübreler, zirai ilaçlar ve hatta tarımda makine kullanımı ürün verimini arttırırken toprağın verimini kaybettiriyor. Makine olmadan tarım yapan bir bayanın(Susan) anlatımına göre çiftçiler topraklarında %4-5 organik madde bulunmasını arzu ederlermiş, analiz yapılmış ve onun bahçesinde bu oran %18 çıkmış. Çoğu çiftçinin hayalinden bile öte yani..

Filmde yaklaşık 20 kadar insanın hikayesini, yapmaya çalıştıklarını öğreniyoruz. Kimi taşkın yapan yağmur sularını aktaracak bir tasarım yapıp yağmur bahçesi kurmuş, kimi New York’ta çatıda 3-4 mahalleye yetecek kadar sebze ekip biçiyor, kimi banliyöde yaşamayı nasıl avantaj haline getirdiğini anlatıyor. Yapılabilirliği ispatlamak adına en çorak yere bahçe kuran da var, domuzcuklarını bile öpe koklaya büyüten de, eski hükümlüleri hayata kazandırmak için gönüllü permakültür tasarımı öğreten de.. biliyor musunuz en çok neye şaşırdım? İnsanlar bu kadar iyiler ve iyilik yapabiliyorlarken belki birçoğu Allah’tan uzak.. Diğer yandan din adına kıyım yapanlar var. Buradakiler tek bir bakterinin, böceğin rızkını düşünecek kadar hassas insanlar. Onlar için dua etim film çıkışında hidayet vesilesi olması için bu iyiliklerinin. Bir tanesi zaten bu minvalde şunları diyordu filmde: “Normalde kötü giden birşeyi durdurmak bile başarıdır. Ama kötü giden birşeyi iyiliğe çevirmek size ruhani olarak da gelişme sağlar”. 
En çok hoşuma giden olaylardan biri Permablitz partisiydi. Bize en son transfer olan parti “baby shower” gibi adı, havalı da duruyor değil mi? Yok efendim, bu bildiğiniz imecenin süslenmiş hali. Yardıma mı ihtiyacın var? Düzenle bir permablitz, komşular çoluk çocuk gelsin o gün senin işin bitsin, başka gün onun. Aslında bir nevi mantı günü de sayılabilir :) Yurdumda her türlü örneği mevcuttur bu işin.
Başka bir nokta son yıllarda sürekli dile getirilen “ayak izi” meselesi. Karbon ayak izini azaltmalıyız, biz insanlar bu dünyayı bu hale getiriyoruz. Bizden başka canlıları tehdit edip yetmiyormuş gibi kendine de zarar veren başka tür yok. Bunları her yerde duyuyoruz değil mi? İşte bu noktadan hareket eden insan ne kadar az yaşarsam o kadar iyi, zarar veriyorum ben kötüyüm, yaşamasam daha iyi gibi kaygılara sürüklenebilir. İntihara kadar götürebilir bu düşünceler. Nitekim geçenlerde böylesi nedensiz bir intihar haberi okumuştum 20’li yaşlarına bile gelmeyen bir gençten. Ama burada amaç birşeyleri iyileştirmek, kötü gidişi durdurmak olunca varlığınız da anlam kazanıyor. Ayak izinizi küçültmek değil aksine büyütmek istiyorsunuz. Bunu başka insanlara da yaymak ve tüm dünyaya faydalı olmak.. Ne kadar güzel bir amaç değil mi?

Permakültürde bitki, hayvan, insan iç içe.. Bitkiler bile iç içe. Meşhur 3 kızkardeş var mesela: Mısır, fasulye, kabak. Fasülye toprağa azot sağlıyor, mısır gölge yapıyor, kabak da (işte onu unuttum öğrenip yazarımbir yerden). Mesela filmde dere otu ve lahana diye tabir edilen iki bitki gösterdiler. Biri karalahanaya benziyordu ama diğeri sarı çiçekli bir ottu bizim bildiğimiz dere otundan değil yani. Lahananın yaprağını yiyen böcek dereotundan dolayı lahanaya dokunmazmış mesela. Genelde hatta simbiyotik şeklide fayda sağlanıyor türler arasında. En dikkat çekenlerden biri hayvan, ot, toprak ilişkisiydi. Eğer bir ot toprağa düşerse, toprak halini alması çok uzun sürüyor ve o kadar değerli olmuyormuş niteliği. Halbuki bir koyun/hayvan yediğinde ve dışkıladığında hem daha çabuk topraklaşıyor hem de besin zenginliği artıyormuş. Adamcağız koyunları satın aldığım zamana kadar bu kadar yüksek verim elde etmemiştim diyor.
Ah bu mesele komposta varıyor. Midem kaldrımaz diye çok araştırmak istemiyorum ama dünyanın kuralı belli. Kompost için çöpleri gönüllü toplayan bisikletçiler var bunları kompost haline getiriyorlar. Evindeki tuvaletten en değerli(!) kompostu üretiyorum diyen insanlar var. Bu hadislere ve sünnet yaşayışına ters geldi bana. Bizde hacet giderirken suya, ağaca yapılması kerih görülür, kötüdür yani. Ama 6 yıl bekleyip sonra salınınca değişir mi durum bilmiyorum. Bir de içimizde taşıdığımız hastalıkların da oradan çıkma mevzuu var kafamı karıştıran.. Neyse önce bir permakültürü öğrenelim, sonra kompost yaparız :)
Yalancı iğde diye not almışım bir de. Sadece azot bağlayabildiğini ve çalı olarak kullanıldığını bulabildim netten. Önemli özellikleri vardı ki not almışım. Karaciğer ve bilumum alt organlar için de çok faydalı bir meyve. Türkiye iklimine de uygun olduğu hatta hatta erozyonu engellediği yazıyordu bir yerde. Umarım belgeseli bir daha izleyebilirim de tekrar not alırım.
Son notumu da mantar yetiştiriciliği üzerine not almışım. Herkes bilir herhalde kültür mantarı talaş üzerinde belli nem, ısı dengesiyle tesislerinde yetiştirilir. Burada daha güzel birşey yapılmış. Bazı budanması gereken ağaçları budamışlar bazıları kesilmiş ve ortaya çok fazla kütük çıkmış. Yıllık yakacak depoları dolmuş ama hala kütük varmış ve onlar da kütükte mantar yetiştiriciliğine başlamışlar. Düşünce o kadar basit o kadar yalın ki.. Sadeliğin güzelliği diye ben buna derim işte. “E zaten yere atsak çürümeyecek mi bu kütükler? Biz bazı yerlerini deliyor ve içine mantar bırakıyoruz. Gerekli ısı ve nem ortamını orman kendi sağlıyor.  Tabi bazı günler aşırı yağış yüzünden farklı görünüyor mantarlar ama olsun. Bir sene sonra hasata başlıyoruz. O kadar da verimli oluyor ki..” Aşağıda shitake mantarı resmi görüyorsunuz. Çok da lezzetli imiş kendileri.


Festivalin bugününde bir de Tarımın Geleceği  filmi vardı. Onu da izledim. Lakin ne not almışım ne de aklımda kalmış. Filmdeki görüntüler aklımda. Genel olarak Hindistan’da herkesin kimyasalla tarım yaptığını kendilerinin bundan vazgeçtiklerini yoksa tarımın bir geleceğinin olmadığına dair vurgu yapılıyor diyebilirim.
Permakültüre dair aklımda kalan son birkaç şeyi daha paylaşayım. Her yaprak ve meyvede bakteriler olduğu ama hepsinin zararlı olmadığı tıpkı bağışıklığı güçlendirmek için eczaneden probiyotik almak gibi onlara da probiyotik uyguladığını söyleyen bir çiftçi vardı. Kendi hazırlıyormuş karışımı da. İlaçlar gibi traktörle sıkıyor ağaçlara. Aynı insandaki mantık gibi geldi hakikaten. Bağırsaklarımızda bakteriler dolu. Hasta oluyoruz zararlı bakteriler giriş yapıyor vücuda. Antibiyotik almak zararlı-yararlı hepsini katlediyor. bu sefer daha farklı sorunlara daveitye çıkarıyor. İnsan bu durumda  sirke, sarımsak vb bağışıklık güçlendiren antibiyotik özellikli destek alırsa yararlı bakterilere zarar vermeden iyileşmesi mümnkü oluyor. Ağaçlarda bu neden yapılmasın?
Doğalanneyim blogu sahibesi Başak hanım özgeçimişinde hayvanlara doğal bakım yöntemlerinin araştırırken böyle yapanların kendilerinin ve çocuklarının da böyle yaşadıklarını gördüm diyordu. Aslında herşey bütüncül değil mi? Son söz olarak sizce permakültürü bir kültür çeşidi olarak anlamakta doğru muyum yanlış mıyım?

21 Kasım, 2015

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali




 Merhaba sayın seyirciler,
Bugün size festivalden canlı yayın yapıyoruz. Tüm Türkiye’de eşzamanlı yürütülen bir festivalden: Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nden.. Nereden duydum nasıl duydum ilk hatırlamıyorum. Lakin herhangi bir blogda görmediğimden eminim. Kimse izlenimini anlatmamış, o yüzden giderken biraz çekindim. Bu yazıyı da benden sonrakiler için ele alıyorum zaten halihazırda festival devam etmekte şu an. 3 günün 1’i gitti 2’si kaldı. Ben festivale Trabzon’dan katılıyorum. Yerlisi olmadığım için yapılacak yeri bile arayıp nasıl gideceğimi öğrenmek zorunda kaldım. Eski Trabzon hapishanesi, yeni Hüseyin Kazaz Kültür Merkezi’ndeymiş gösterimler.
Gelelim filmlere.. Önceden şu sayfadan filmlere baktım. İlgimi çekenleri tek tek yıldızlandırdım, tabii tanıtım metin yahut fragmanlarına göre. Çoğu kısa film olduğundan fragmanları yok. Süresi 50 dakikanın üzerinde 6 film var sadece. Toplam 18 film. Oturumlar müzik, pandomim, söyleşi gibi etkinliklerle desteklenmiş hatta zenginleştirilmiş. Hayatımda ilk defa pandomim izlemeye gideceğim mesela bugün. Tv’de izlediklerim sayılmıyor. Trabzon’da bir pandomim sanatçısı olduğuna şaşırdım, belki festival için gelmiştir hatta.
Benim favorilerim tarım ve permakültür üzerine olanlar tabiii ki.. Dün izlediklerim de favorimdi. Şimdi de iki bebeyle festival nasıl izlenir sorusunun cevabına gelelim. Öncelikle program oluşturulur. Saat 14.00’teki ilk oturumdaki 3-4 film dikkat çekicidir, izlenesidir. Toplamının 23 dk süreceği hesaplanır. girdi çıktı derken 1.5 saat idare edebilecek bireyler aranır. Babanın 14’te randevusu vardır. “İş yerine getireyim 1 saate gelirim, arkadaşlar idare ederler, mesafe yakın” teklifi kabul edilmez. Bakıcı aranır ulaşılamaz. Hala vazgeçilmiş değildir. Yan komşunun ziline basılır. Büyük bebe filmlerde idare edebilir bari küçüğü bırakıp çıkayım denilir. Lakin atalarımız ne demiş: “Elden gelen aş olmaz, o da vaktinde bulunmaz”. Netekim her daim evinde oturan komşu teyze evde yoktur. Normalde bu kadar gözümde büyütmez alır giderdim ama filmlerin yarısından fazlası İngilizce dolayısıyla Türkçe altyazılı takip etmem gerekiyor. Neyse Ya Allah dedik başladık çocukları giydirmeye. Saat 13’ü geçiyor bu sıra, telefon çaldı arayan bakıcı. Kadının suçu yok Pazartesi işbaşı yapacaktı, böyle bir sürprizden de haberi yok oysaki azıcık dikkatli olsaydım önceki gün geldiğinde konuşurken bunu da rica edebilirdim. Efendim ulaştık velhasıl ama hem kadının programı var hem de onun eve götür yahut onun gelmesini bekle dersem geç kalırım. Dua et bari rahat dursunlar dedim kapattık.

Kültür Merkezi’ne gittiğimizde güleryüzle karşılandık daha 15 dk vardı seansa. Girişte basit iletişim bilgileri alıyorlar, festival tamamen ücretsiz. Haliyle iletişim bilgilerine bakınca tek ev hanımı olan bendim, herkes öğrenci :)  Şaşırdık mı?Hayır. Yalnız içeride salonda bir erkek olmasına şaşırmadım desem yalan olur. O da yönetmenvari şapkalı bir beydi. Seans başladıktan sonra cep telefonu yardımıyla gelen birkaç delikanlı oldu ama %89’un kız olmasını engelleyemedi bu durum. Kapalı ve açık bayanlar da vardı. Makyajlı da vardı, kimyasaldan uzak durduğu tavrından belli olan da. Yalnız tek çocuklu ve hatta bebekli bendim. Küçüğü slingden çıkaramadım, kalem vs ile oyaladım. Büyük de bazen sağa sola sataşarak, bazen “bu tırtılın burada ne işi var şimdi?” diyip sanat eleştirmenliğine soyunarak son buldu seans. Festivalin en dikkat çekici isimleriydik iki poz fotomuz çekildi.
Fimlerden bahsedeyim bir de..

Labirentteki İnsanlık: Bir sembolün adı bu (üstte gözüken). Yiyecek nakliyatı sırasında yiyeceklerin ne hale geldiği, bu yüzden maliyetinin arttığı, insanların almaya bazı bölgelerde güç yetiremediğini izledik. Arizona’da açlık çeken çocuklar olduğunu öğrendim mesela. Bir grup gönüllü, marketlerin yiyecekleri bozulup dökmesinden hemen önce kullanılabilir haldeyken alıp bu insanlara dağıtıyor. Tipik tarifle israf olmasın diye. Ayda mı yılda mı hatırlamıyorum ama 1500-1800 kg yiyecek kurtarıyoruz marketlerle iletişimde olarak deniyordu filmde. Kadın kendi çocuğu için ve herkes için bu çabanın haklı ve gerekli olduğunu söylüyordu.



Kaplumbağa ve Turist: Türkçe ve çocukla izlenesi bir film. Caretta caretta türünün Antalya Çıralı’da hayatta kalma serüvenini ve bir grup gönüllüyü izliyoruz. Fındığım bu filmde kaplumbağaların yumurtası olduğunu öğreniyor. Bebekken bile yüzme bildiklerini.. Soluksuz izliyor her kaplumbağa sahnesi bittiğinde üzülüyoruz beraber. Çünkü kaplumbağa nereye gitti ne oldu diye sormaya başlıyor, hayır efendim kısık değil gayet normal hatta bağıran sesle. Bu arada küçüğü kırk kat kıyafet ve sling içinden emzirmeye çalıştığım için müdahalede gecikebiliiyorum. Orada olanlar azur görsünler. Mesela -reklamını yapmakta sakınca görmüyorum- Orange Motel müdürü akşam 8’den sonra turistleri sahile indirmiyor, ışıklandırmalarını da kısıyorlarmış. Antalya’ya tatile gidersem bu bilinçte, bırakın insanları hayvanlara bile saygı gösteren bir yerde kalmak isterim açıkçası.


Doğal Bir Sistem ve Bir Tarım Felsefesi: İlginçtir el kitapçığında olmayan bir film. Hindistan’da tarımın nereden nereye geldiğini anlatıyor. Aslında genel olarak tarım anlatılan filmlerde genel mesaj şu şekilde: Mevcut sistemle verim artar, kısa süreli. Uzun vadede kaybedersiniz. Uzun vadede kazanmak istiyorsanız bu yöntemi değiştirmelisiniz.. Bu değişikliği komşularına rağmen yapan ve arazisini çoraklaşmaktan kurtaran az kazancıyla sürekli kazanacak bir adamın hikayesini izliyorsunuz bu filmde de..


Hızır Mayası: Farklı bir mayalama tekniği öğreten bir film olarak düşünüp gittim. Her Hıdırellez’de yapılan bir adetin anlatımıydı. Mayalamanın üstünde çok durulmamıştı. Ya da ben dikkatimi veremedim sürekli gezinen tırtıldan. Olay şu: Bir genç Hıdırellez sabahı kalkar, elindeki kaşıkla çiy taneleri toplar ve bununla sütünü yoğurt olmak üzere mayalar ve bu maya bir sene boyunca devam edermiş.
İlk günün özeti böyle, takipte kalın…